İnsanlıktan çıkmamak isterken başımıza gelenler: Olağanüstü Sıradışı ve Mükemmel
James Hakan Dedeoğlu’nun ‘Olağanüstü Sıradışı ve Mükemmel’ kitabı April Yayıncılık tarafından yayımlandı. Dedeoğlu kitapta insanlıktan çıkmamak için köşe bucak kaçanların korktuklarının başlarına gelmesini anlatıyor.
2004 yılında Aylin Güngör ile birlikte, bu yıl 20’nci yılını kutlayan müzik, sinema ve sanat dergisi Bant Mag.’ı kuran Dedeoğlu, çizer Sadi Güran ile birlikte hazırladıkları grafik novella tarzındaki ‘Rumeli Kabusu’nu 2017 yılında yayımladı. 2019 yılında ise ‘Bunu Biz İstedik İstanbul’ adlı romanını okurla buluşturdu. Dedeoğlu, yayıncılık ve yazarlığın yanı sıra TSU! adı altında müzik üretimlerine devam ediyor.
James Hakan Dedeoğlu ile ‘Olağanüstü Sıradışı ve Mükemmel’i konuştuk.
Romanın fikri nasıl doğdu, ne kadar süren bir çalışma sonucu bugün elimizde ‘Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel’ var?
Aylin’le yazın çoğunu güneydeki evimizde geçiriyoruz. Yazlık bir yer ama öyle çok kalabalık değil. Tenha. Pandemi sırasında da uzun süre kaldık orada. İster istemez bir felaketin yaşandığı dünyada her şeyden uzak, haritalarda kimsenin gözüne takılmayan bir yerde olmanın tuhaf hissi vardı üstümde. Biraz oralardan çıktı fikir. Sonra başka fikirler eklendi zamanla. Çalışma süreci ise epey bir zamana yayıldı. Yazmaya başlamadan önce uzun süre kafamda döndü, şekillendi hikaye. Sonra ilk günlük sayfasını yazdım. O da uzun bir süre tek başına kaldı. Kısacası, şimdi dönüp bakınca iki yıla yayılmış.
Başrol aslında çok tanıdık bir karakter. Şehir hayatından, istemediği bir diziyi yönetmekten, kaostan ve kalabalıktan yorulmuş ve hayatına yeni bir yön vermek isteyen Mert ile tanışıyoruz. Bu karakter özelinde soruyorum, ne kadarı gerçek, ne kadarı siz veya çevrenizdekiler?
Ana karakter, yani Mert benden pek bir şey taşımıyor aslında. Ama eski bir hayalini gerçekleştirme konusunda, kırklı yaşlarındaki birçok kişinin yaşadığı anksiyeteye sahip Mert. Bu da yakın veya geniş çevremde sıkça karşılaştığım bir durum. Kırklı yaşlarda hafiften “zaman geçiyor mu yoksa” hissi vurmaya başlıyor insana.
Kapakta da yerini bulan çiçek, romanın en önemli detaylarından biri. Çiçekle beraber doğa tasvirleriniz, arkeolojik sit alanına kurulmuş sitenin yerlilerini tarif edişiniz başarılıydı. Bunun arka planında ne var, siz de mi bir yazlık çocuğusunuz?
Kesinlikle ve maalesef (bu maalesef kendime) bir yazlık çocuğu değilim. Annem İngiliz. Dolayısıyla bütün çocukluk ve ergenlik yazlarım İngiltere’de geçti. Okullar biter biz de Bradford’a annemin memleketine giderdik. Mahalle arkadaşlarım tüm tatili yazlıklarında ya da yazlık yerlerde geçirir, türlü yaz hikayeleriyle dönerlerdi. Bense olabilecek en yağmurlu yerde geçirirdim tüm yazımı. Ama işler büyüdükçe ve Aylin ile tanışınca değişti. Aylin benim aksime tam bir sayfiye insanı. Hayatlarımız birleşince güneye iner ve yazlık yerlerde çokça zaman geçirir oldum. Bizim İstanbul dışındaki diğer evimizde aslında tam da kitapta anlatıldığı gibi bir yerde. Sakin. Merkezden uzak. Hemen yanı başında antik kent var. Arkası dağ, önü deniz. Adını özellikle vermiyorum ki kitaptaki hikayenin nerede geçtiğini bilmesin insanlar. Onu saklı tutmak istedim. Kısacası garip bir yer evimizin olduğu yer. Hani ilham almadan, etkilenmeden duramazsınız.
Küçük bir yazlık sitede geçiyor hikaye, her ne kadar ufak bir yer olsa da iktidar ilişkileri, çatışmalar, güç gösterileri eksik olmuyor. Bu yazlık temasını memleketin mikro örneği olarak mı aldınız, ülkeye ve dünyaya dair gördüklerinizi bu yazlık site üzerinden ne kadar okuyabiliyoruz?
Evet, tam olarak öyle düşündüm. Siteler insan ilişkilerinin karanlık taraflarını, ufak ölçekteki güç savaşlarını ortaya çıkaran nefis yerler bence.
‘KENDİMİ BİLDİM BİLELİ SAVAŞ İHTİMALİ HEP MASADA’
Bir de üçüncü dünya savaşı korkusu, paniği, anksiyetesi var metinde… Bu korkuyu dair neler söylemek istersiniz?
İnsanoğlu üçüncü dünya savaşını çıkarmadan rahat etmeyecek gibi geliyor bana. Yani kolektif bilincimizin ısrarlı bir çabasının ürünü olacak sanki. Hani “bahsi o kadar geçti ki olsun bari” noktasındayız. Ben kendimi bildim bileli savaş ihtimali hep masada. Bir yaklaşıyoruz, bir uzaklaşıyoruz… Dolayısıyla sanki hepimiz zihnimizin bir köşesinde bu ihtimalle yaşıyoruz. Ve sürekli pompalanan da bir şey bu. Biraz bu durumu taşımak istedim hikayeye.
İlk kitabında yine felaket, dünyanın sonunun gelişi ve kaçınılmaz sona yaklaşırken mecburen bir arada olan İstanbul yerlileri vardı. Dünyanın sonu teması, sizin için ne anlama geliyor?
Felaket ya da dünyanın sonu hikayeleri oldum olası beni cezbetmiştir. Roman, çizgi-roman, film, dizi… Fark etmez. Bunun benim için ne anlama geldiğini kestirmek zor ama bir macera için güzel bir fon diye düşünüyorum sanırım.
Birinci kitap ile ikinci kitap sizce birbiriyle akraba mı, birbirlerini belirli yönleriyle tamamlıyor mu?
Aralarında herhangi bir akrabalık yok desem de, biraz düşününce şunu fark ettim. İlk kitap biraz İstanbul’a karşı olan hayal kırıklığımın bir yansıması gibiydi. İstanbul’dan gidebilme isteğini yansıtıyordu belki. ‘Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel’ ise bir anlamda İstanbul’dan gidiş hikayesi. Ama gidip de kopamama hikayesi.
Sırada neler var, bugünlerde nelerle uğraşıyorsunuz, ne okuyor, ne dinliyor, neler not alıyorsunuz?
Sırada yeni TSU! albümünü kaydetmek var öncelikle. Yeni şarkılar birikti, onları bünyeden bir çıkarmak lazım. Onun dışında günlük hayatımın büyük çoğunluğunu Bant kaplıyor zaten. Bu sene de dergimizin 20. yılı. Nasıl kutlasak, ne yapsak diye ona kafa yoruyoruz. Bir taraftan sonraki roman için notlar alıyorum. Birkaç fikir var. Aralarında gidip geliyorum ama acele yok. Müzik çok dinlemiyorum açıkçası. Kido Okamata’nın ‘Dedektif Hanşiçi’nin Tuhaf Vaka Defteri’ isimli romanını not aldım en son ilk fırsatta onu alacağım. Yanılmıyorsam 1920’lerden, Japon edebiyatında polisiyenin temellerini atan kitapmış. Kulağa hoş geliyor!
‘Olağanüstü, Sıradışı ve Mükemmel’i kimler okumalı?
En sakin, en normal yerde bile bir tuhaflık aramak gibi huylara sahip herkes okusa iyi olur sanki.